Kemalizm tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama liberalizm ve sosyalizmden farklı olarak geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının gereksinimlerini yansıtmaktadır. Bu nedenle de Kemalizmi iyi değerlendirebilmek için geri kalmış ülke devrimlerinin gelişmiş ülke devrimlerinden farkını anlamak gerekir.
Fransız Devrimi evrim sürecinde önlerde yer alan bir toplumda rastlanabilen devrimlerin en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş ama eski koşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş toplumsal - ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamıştır. Kentsoylular ( burjuvazi ) yeni bir toplumsal sınıf olarak doğmuş güçlenmiş ama güçleri ölçüsünde siyasal rejimde etkili olamamışlardır. Bir anlamda toplumun altyapısı değişmiş ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır. Burada sözkonusu olan eski kurumları yeni koşullara yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır; değişen koşullarla koşulların yarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken kurumlar arasındaki çelişkileri gidermektir.
Evrim sürecinde geride kalmış toplumlarda görülen devrimler ise belirli tarihsel koşullardan yararlanarak bu toplumların evrimini hızlandırmak bazı evreleri atlatmak amacını taşır. Birinci grup ülkelerdeki devrimciler koşulların gereğini yerine getirmek ve gereksinimlerin doğurduğu devrimci ideolojiyi izlemekle yetinmek durumundadırlar. Toplumun henüz ulaşamadığı bir aşamaya göre kurumlar oluşturmak böylece gelişmiş ülkelerle aralarındaki açığı bir ölçüde olsun kapatmak zorundadırlar. Kendilerinden çok önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden ders alabilmek olanağına sahiptirler. Ama o devrimin doğal taşıyıcısı itici gücü olan toplumsal sınıfın bulunmaması nedeniyle de işleri çok daha zordur. Ancak eski düzenin savunucusu güçlerin - tarihsel nedenlerle - zayıflamış oldukları bir andan yararlanarak iktidarı ele geçirebilirler. Temel devrimci gücün yokluğunu ya da zayıflığını ise ideolojiye büyük ağırlık vererek ve o ideoloji etrafında iyi örgütlenmiş "bilinçli" bir çekirdek güç oluşturarak telafi etmeye çalışırlar.
Toplumlardaki güçler dengesinin değişmesine karşın eski güçler dengesinde ağır basan güçlerin çıkarlarına ve dünya görüşlerine göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi devrimin nesnel ( objektif ) koşullarını oluşturur. Varolan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise devrimin öznel ( subjektif ) koşulu sayılabilir. Devrimi bilinçsiz bir ayaklanmadan kızgınlık birikimlerinin kırıp - dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik sahip olunan "devrimci bilinç" yani "bilinç" ögesidir.
Evrim sonucu doğan devrimlerde ideoloji evrime koşut olarak doğar devrimci eylem içinde gelişir. Böyle bir devrimde ideolojinin ağırlığı nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel koşullar yeterinde oluşmamış olduğu için ideolojinin önemi artar. İdeoloji devrimi olanaklı kılan ortamdaki somut koşullardaki eksikliği giderme boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji yine devrimci eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte devrim öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla da ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için bunu doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji devrimin öncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler geçirmekle birlikte ana doğrultuda aynı kalır.
Her devrim belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediği ortamlarda ise devrimci ideolojinin kendisi yaratığı bilinç ve kitlesel etkisiyle devrimci bir güç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın bir hükümet darbesinin bir bağımsızlık savaşının tarihi hızlandırmak amacındaki bir devrime dönüşmesinde devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki ağırlığının artması ölçüsünde o ideolojinin dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü söz konusu ideoloji bir anlamda varolması istenilen ama henüz varolmayan koşulların ürünüdür.
Mustafa Kemal tıpkı Lenin gibi Birinci Dünya Savaşı'nın ülkesindeki eski düzenin temsilcilerini maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak evrimin henüz zorunlu kılmadığı yeni bir toplumsal - siyasal düzeni yaratacak süreçleri harekete geçirmiştir. Lenin Rusya ordusunun perişan olması sayesinde küçük ama iyi örgütlü ve bilinçli bir güce dayanarak siyasal iktidarı ele geçirirken; Mustafa Kemal ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendisine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi gerçekleştirmiştir. Lenin'in Rusya'nın koşullarına uydurmaya çalıştığı marksist ideoloji - yukarıda değindiğimiz nedenden dolayı - dogmalaşırken; Mustafa Kemal liberealizm ve sosyalizmden yararlanarak Türkiye'nin koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinin dogmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır. İdeolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak bir anlamda "sürekli devrimcilik" anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün tersine kemalizmin ideolojisi vardır ama "öğreti"si ( doktrini ) yoktur.
Kemalizm'in önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmak için ideolojinin çerçevesini oluşturan ulusçuluk cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve dolayısıyla liberalizmden; devletçilik halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi.
Ulusçuluk
Kemalizm içinde "milliyetçilik" bir yandan ulusal bağımsızlığın sağlanması öte yandan da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öge oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için önce ulus olmak uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan demokratikliği sağlayabilmek için de bir ön koşuldu.
Çeşitli kaynaklardan beslenen gecikmiş Türk milliyetçilik akımının bir düşünce sistemi içine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. Bir yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak öte yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine yönelen Mustafa Kemal elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama aynı zamanda eylem içinde onu aşmış kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen ırkçı olmayan çoğulcu bir millyetçiliktir.
****** tüm sömürge durumundaki ülkelerin kendi deyimiyle "mazlum milletler"in birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş ulusal kurtuluş savaşının başarısı ile de onlara cesaret vermiştir. Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik anlayışının dışa yönelik hedefi "çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olmak"tır. Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen ekonomik bağımsızlığı da içeren bir "tam bağımsızlık" bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise çağdaş bir ulus yaratmaktır. Bu ulus ne "ırkçı" ne de "ümmetçi" bir anlayışı yansıtmaktadır. ******'e göre ulus ne din ne de ırk temeline dayanır; ulusu yaratan temel öge ortak tarih o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç olarak ortak kültürdür. ****** ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir onuşmada Türk Kürt Laz Çerkes birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamış Kurtuluş Savaşı sırasında hep "Türkiye Milleti" deyimini kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de örneğin "Ne mutlu Türk olana" dememiş "Ne mutlu Türk'üm diyene" demiştir. O'nun için "Türk" Anadolu toprakları üzerinde "kederde kıvançta" dayanışma içinde olan insanların adıdır. Orta Asya'daki Türk o milliyetçilik çerçevesinde yer almazken Anadolu'nun tüm insanları etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır. ****** "Medeni Bilgiler" kitabında şöyle demiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de "ulus dil kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür."
****** ulus kavramından din ögesinin dışlanmasını dinin ulus dışında ayı bir olgu olarak değerlendirilmesini ise şöyle savunmuştur: "Türkler islam dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra bu din ne Arapların ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesin etmedi. Bilakis Türk milletinin milli bağlarını gevşeti; mili heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı bütün milliyetlerin üzerinde hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi."
Milliyetçilik aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.
İleri milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil onların acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici milliyetçilikte insanları egemenlik altına almak değil onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır. İlerici milliyetçilik bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik bölücü değil birleştiricidir. İlerici milliyetçilik savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde yukarıdaki amaçlar uğruna kabul eder. İşte ilerci milliyetçilik kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle de çağdaş evrensel ve kalıcıdır.
Cumhuriyetçilik
Kemalizmin ilkelerinden "Cumhuriyetçilik" bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa ait ise ülkenin kimler tarafından hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafıdan belirlenecek demektir. Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik giderek "demokrasi" ile bütünleşmekte eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik aynı zamanda siyasal iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkması laikleşmesi siyasal rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.
Mustafa Kemal'e göre "Yeni Türkiye Devleti" bir halk devleti idi. Oysa geçmişteki devlet bir "kişi devleti" idi kişilerin devleti idi. Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle açıklıyordu: "Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. ... Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur." Suna Killi'nin de altını çizdiği gibi kemalist cumhuriyetçilik anlayışı ulusçu demokratik özgürlükçü ve çoğulcuydu.
Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen ****** 1930'lar Avrupası'nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı koperatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi özellikle faşist - nazist modelden etkilenmişlerdi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak zaman zaman sert biçimde eleştirilerek denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi yaparken elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yol da demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor: "Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman zorunlu olarak onaylanır" diyordu.
"Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun" görüşünü savunan Ergun Özbudun'a katılmamak olanaksız. Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında ******'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: "Büyük Millet Meclisi'nde ve millet önünde işlerin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir." Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren ****** özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise sadece başkasına zarar vermemek anlamında bir "negatif özgürlük" anlayışıyla da sınırlı değildi. İnsanın kendi yeteneklerini geliştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgülük anlayışını daha 1930'larda savunmaktaydı.
******'ün yaptığı ve yapmaya özen göstediği bazı şeyler var ki günümüzün "katılımcı" demokrasi anlayışını daha o zamanlar sezgileriyle benimsediğini düşündürmektedir. ( Bu açıdan örneğin 12 Eylül Anayasası'nın demokrasi anlayışından çok daha ileridir: Dünya'da ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve o vesile ile onlara ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan günleri çocukların kentlerdeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının bir oyun havasının ötesinde anlamlı olduğu açıktır. Belki yine ilk kez bir önder devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek hiçbir gereksinme yokken Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini - demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce - veren kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de ******'tür.